Yaşam Boyu Sürecek Bir Ceza
“If you know what you want to be, then you inevitably become it - that is your punishment, but if you never know, then you can be anything. There is a truth to that. We are not nouns, we are verbs. I am not a thing - an actor, a writer - I am a person who does things - I write, I act - and I never know what I am going to do next. I think you can be imprisoned if you think of yourself as a noun.”
Oscar Wilde’ın bu cümlesini ilk defa duyduğumda direkt kendi hayatım aklıma geldi. Ona göre ben bir isimdim ve bu cezayı hayatımın sonuna kadar çekecektim. Kendi kendime düşündüm, bu hayatta ne olacağını bilmek güzel bir şey değil miydi? Sevdiğim bir yazar hayatıma sert bir eleştiride bulunuyordu. Ardından hayatta ne olmak istediğim hakkında düşündüm? Gerçekten ne olmak istiyordum? Yazılım geliştirici… bir şirket sahibi… belki iyi bir konuşmacı… veya elinde ne olursa olsun mutlu birisi.
Ne olmak istediğime dair bir liste çıkardım ve de şöyle bir baktım, gerçekten de elimize bir kere geçen insan yaşamını bu üç dört satıra sığdırıp sonraca ölmeyi mi bekleyecektim? veya yaşam boyu başka bir şeyler olmayı da isteyebilirim ama günün sonunda bir isim olmaktan hiç bir zaman kurtulamayacaktım. Ya istediğim şeyleri olabilecek fırsatım dahi olmazsa? Sanırsam Wilde’e göre bu bir hiç olmak olurdu, varlığı dahi söz konusu olamayacak bir hiç…
Peki her şey olabilmek ne demekti ki? İsim değil bir fiil olmak, bir sonraki yapacağın şeyin ne olduğunu bilmemek. Benim için içselleştirmesi oldukça güç bir hayat anlayışıydı. Doğarken adımızı bile seçemediğimiz bu hayatta bir fiil olarak var olmak bizi bir oradan bir buraya sürüklemez mi? Sanki hayatımızın kontrolünü o anki duygularımızın esiri kılıyoruz. Ya o duygularımız bizi saçma bir yokuşa sürükleyecekse? Bir fiil olmak uğruna gene de o yokuşu çıkacakmıyız? Açıkçası duygularımız bizi güzel bir yokuşa da sürükleyebilir ama bu bilinmemezlik insanın ruhunu yıpratmaz mı?
Bu ikilem arasında gidip gelirken, aklıma genel veya geçici bir şeyi olmak istemenin beni tanımlamadığına karar verdim. Uzun zamandan beri yazılım geliştiricisi olmak istiyordum ve de oldum. Peki dünyada geri kalan milyonlarca yazılımcıdan farkım neydi ki? Veya kendi şirketim olacaksa bile milyonlarca kişinin sahip olduğu bir şeye sahip olmak, gerçekten de beni tanımlayacak isteklerim bu tarz şeylerden mi ibaret?
Burada bir anlamsızlık vardı. Zira ne istersem isteyeyim her zaman ne bir isim olmaktan kurtulabilirdim ne de bayağılılıktan. Sonra fark ettim, ben hiç bir zaman bir X olmayı istemedim, her zaman kendim gibi X olmayı istedim. Kendim gibi olmak, gülmek, sevinmek, sevmek, düşünmek, yazmak, çalışmak, anlatmak, kendim gibi bir yazılım geliştiricisi, kendime has bir şirket, elinde ne olursa olsun kendine göre mutlu olan birisi…
Evet, ben bu hayatta ne olmak istediğimi her zaman biliyordum. Ne bir isim ne bir fiil ben hep kendim olmak istedim. Varlığından emin olduğum tek kişi yani ben…
Hedonizm
Wilde’nin bu cümleyi hangi bakış açışı ile söylemiş olabileceğini gayet iyi biliyorum. Hedonist bir kişi elbette bir fiil olmayı dileyecektir, bir isimde takılı kalmak hedonist birisi için zulümdür. Bir hedonistin sürekli haz verene yönelmesi gerekmektedir. Bir isim olarak ise pek mümkün bir şey durmuyor. Peki bu hazzın bir sınırı var mıdır? Sanırsam Wilde’e göre yoktu, bu demek istediğimi kendisinin hayatının son yıllarını bilenler anlar, onun zevk ve estetik arayışı başına bir çok geri döndüremeyeceği sorunlara yol açmıştır.
Oscar Wilde’ın en çok sevdiğim yanı ise aykırı ve çarpık bir kişiliğinin olmasıdır. Bunu belki de en iyi kendisinin “Dorian Gray’in Portresi” adlı kitabında anladım.
Kitabı spoiler vermeden anlatacak olursam: Kitabın baş karakteri Dorian Gray, kendisi son derece yakışıklı ve etrafından da çoğu zaman takdir toplayan birisidir. Bir ressam, onun portresini yapar ve Dorian resme aşık olur çünkü resim onun güzelliğini sonsuza kadar koruyacaktır. Dorian, ruhunu şeytana satarak gençliğini sonsuza kadar korumak için anlaşma yapar…
Kitapta ağır bir şekilde hedonizm ve narsisizm eleştirisi var. Romanımızda iki karakter vardır bunlardan birisi Dorian’ın hazları peşinden koşmasını tembihler diğeri ise bu hayattan vazgeçmesini ister. Kitap bir nevi hiç bir ahlaki sınırları tanımayıp hazlarının peşinden giden narsist bir kişinin ruhunun nasıl bozulduğunu, insani değerleri nasıl kaybettiğini anlatır. Bu Kitap bence Oscar Wilde’ın en değerli kitabıdır çünkü Bu kitapta yazar kendi iç dünyasını anlatır ve Dorian Gray’de yazarın kendisinden başkası değildir. Bu kitabı aslında Wilde’nin kendi seçmiş olduğu yaşam biçimine bir eleştiri olarakta kabul edebiliriz.
Oscar Wilde’yi ne kadar çok sevsem de konu hayatın anlamı ve iç huzura geldiği zaman Marcus Aurelius’un yolundan devam.
“Very little is needed to make a happy life; it is all within yourself in your way of thinking.”
― Marcus Aurelius